29.09.2009

dünyada bir yerde

kim inanır ki burada neredeyse 3 sene geçirdiğimize.
anlat deseler, üç cümle kuramam, onlar gibi konuş deseler, dördüncü sözcük çıkmaz ağzımdan.
(ama hararetli bir tartışmaya "privet"le girecek olsam, tartışmanın konusunu bile anlamama gerek kalmadan, başımı aşağı yukarı sallayarak, "davay davay, haraşo" cümlesinin arasına birkaç "da" ve kızgın bakışlar eşliğinde "niyet" sıkıştırarak sonuna kadar götürebilirim)

durum gerçekten böyle.
niyeyse, zaman zaman heveslendiğim olsa da, pek içimden gelmedi buranın dilini öğrenmek.
(alamancıları bu konuda daha iyi anlıyorum şu aralar)

sevemedim çünkü.

oysa gelmeden önce böyle değildi. henüz görmemişken...

çocukluğum ve ilk gençliğim sovyetler efsaneleriyle süslendirilmiş olunca, ona ait, ondan kalan bir parçaya gidecek olmak, az buçuktan kat kat fazla heyecana sebep olmuştu.
dünya ikiye bölünmüştü, hem harita üzerinde, hem yaşanan gerçeklikte. ve buralar, geleceğim yer, o yarının bir parçasıydı, kalan onlarca ülke de diğer parçası.

ilk hayal kırıklığını havaalanında yaşadım.
ne bekliyordum şu an belki anlatamam ama ne beklemediğim sorusuna karşıma çıkanları anlatarak cevap verebilirim.

sonra yavaş yavaş alıştım. davranışlara ve yaşananlara değil, umursamamaya ve olduğu halleriyle kabullenmeye.
örneğin, hiçbir sebep yokken, kaşının üstünde gözün var gibi bir bahaneye bile gerek duyulmadan, şanslıysanız koma sınırını aşmadan, dayak yiyebilirsiniz.
ya da mesela arada bir muhabbet edebildiğinizi düşündüğünüz, gülüp şakalaşabildiğiniz bir tanesinin, sarhoşluğuna denk gelen bir gün eline aldığı kazmayı yanındaki kişinin kafasına fırlattığına ve son anda kenara kaçmayı başaran kişinin yanından geçen kazmanın kapıya saplanışına şahit olabilirsiniz.

dünyaya bütün kapıları kapalıyken, neler yaşanmış buralarda, bilemiyorum.

ama belirtmeden geçmeyeyim, oldukça büyük bir coğrafyanın oldukça küçük bir alanında gördüklerimden bahsediyorum.
arabayla saatler boyu süren yolculukla bitirilemeyen bir bozkırın ortasında, küçücük bir alan.

böyle olunca, bunları yaşayınca, geri kalanını görmek, tanımak, içine girip yaşamak isteği pek kalmıyor.

iyi yanları da yok değildi.
doğup büyüdüğü topraklardan ilk kez uzaklaşan birisi için hem de, deneyimsel alanda, oldukça çoktu.
mesela, hiçbir çekik gözlü birbirinin aynısı değilmiş.
okuma yazma bilmemek insanı şaşkına çeviriyormuş. (okuyamamak, anlamadan bile olsa okuyamamak, harf diye önünüze koyulan, kiril dedikleri şekillere bakakalmak, ne yapacağını bilememek, ...)
türk pop müziği ulusal değil evrensel bir sorunmuş.
zorda kalınca, böyle bir yerde bile, ortak dile sahip olmadan da insanlarla iletişim kurulabiliyormuş.
her an kafanızı kırmaya istekli insanların, araba kullanırken yoldan karşıya yaya olarak geçtiğiniz sırada yavaşlayarak ya da tamamen durarak size yol verdiğini görünce kafanız karışıyor, kendi geldiğiniz yerde yaşananlarla burada yaşananları kıyaslama ihtiyacı duyuluyormuş.

aslında, hepsi bir yana, buraya çalışmaya gelmiş olmak, her an gitmeyi düşlemek, kendini misafir hissetmek gibi sebeplerle belki de yabancılık hissi hep yapışık kaldı üzerimizde.
çalıştığımız kampın hemen yanı başındaki, oldukça ilginç ve şirin mimari yapıları olan köye bile dolaşmak için gidememek, etrafı sadece araba camları arkasından izleyebilmek, sokaklarında rahatça yürüyememek gibi sebepler de bu hissi en derinlerimize işledi.

oysa çok daha fazlası var buralarda, bize uzak taraflarında...

bu yüzyıla dek göçmen olarak yaşamış, bir kısmı hala öyle yaşamaya devam eden bir toplum var.
çadırlar, atlar, develer var.
şamanlık var.
avrupalının kökenleri, genleri var.
hazar denizi var.
petrol var.
petrolün çıkmasını bekleyen, sinsice bekleyen ve çıkana kadar ses çıkarmayacak, çıktıktan sonra kıyameti koparacak olan komşu ülkeler ve uzak ülkeler var.
modern yaşama geçebilmiş almatı ve astana gibi şehirleri var.
fıkraları doğrulayan, votkası elinden düşmeyen ruslar var.

bütün bunların yanında, ayranını şekerli içen ve ekşi turşusu bulunmayan insanlar bizi nasıl görüyorlar acaba?
araba ehliyetlerimize güvenmediklerini, geçerli kabul etmediklerini ve "nerden, ne şartlarda, ne şekilde aldınız kimbilir" diye düşündüklerini ve haklı olduklarını biliyorum.
acaba başka neler var, garipsendiğimiz ya da bu kadar nefret etmelerine sebep olduğumuz...

cümleleri toparlarken, alakasız bir konuda da olsa, düşünmeden edemedim, acaba bizim burda yaşadıklarımızın kat kat fazlasını yaşattığımız kendi içimizdeki, kendi parçamız olan ama kendilerine farklı sıfatlar uygun gören insanlar bizi nasıl görüyorlar?
hem de ben buraya dair anlattıklarımdan hiçbirine şiddetli bir biçimde maruz kalmamışken, sadece gözlemlerimle bu kadar olumsuz cümleyi bir arada kurabiliyorken...

bautino, kazakistan, 29.09.2009

1 yorum:

  1. yetmez ama;
    sana yabancı sayarken aslında yabancıların yüzlerinde tanımak, kendinle başbaşa kalmayı..

    YanıtlaSil