5.06.2012

oldu mu şimdi

soderbergh abi,

http://www.imdb.com/title/tt1506999/

hadi benim boşa giden 2 saatimi boşverelim, bu nedir?
aç mısın, açıkta mısın, kafan mı yerinde değil, bunalımda mısın, neler oluyor sana?

sağlam sayılabilecek bir kadroyu da ikna etmişsin, çıka çıka bu film mi çıktı yani senden?

olmadı...
hiç hem de...

28.05.2012

dünya ve lar...

onlarca sene sosyalizm sıfatlandırmalı bir dünyada yaşamışken bir anda kendisini burada, oradan oldukça uzakta, apayrı bir dünyada bulan insanları anlamak, algılamak ve onlara uyum sağlamak gerçekten zor.
onlar için de tam tersi zor.

elektriğe, suya, votkaya, okula, hastanelere para vermek, verilmesi gerektiğini düşünmek, çok saçma geliyor onlara.
(evet, votka da ücretsizmiş, belli aralıklarla evlere dağıtılıyormuş, öyle anlatıyorlar...)
tam tersi de, bunların parasız olabileceğini, olması gerektiğini düşünmek bize çok yabancı.

onlar, çalışmak için yaşamıyorlar... mış...
biz, ertesi gün de çalışmaya devam edebilmek için çalışıp duruyoruz, durmadan...
onlar, fazladan 5 dakikasını bile harcamıyor, harcamak istemiyor çalışmaya...
biz, fazladan 5 dakikamızı kendimize ayırırsak, suçlu hissediyoruz...

sonra dengeler bozuluyor...

oldukları haliyle, olmaları gereken, olmaya zorlanan halleri uyuşmuyor...

biz, onlar gibi olabilmenin hayallerini kurarken, onlar da biz gibi olmaya başlıyor, zorunda kalıyor...

ne boktan bir yere doğru gidiyor her şey...


çok fena bunlar...

23.05.2012

sekiz sezonun ve finalin hatrına

house, götün tekisin biliyorsun değil mi?

bir götlük daha yer var mı yanında?

19.05.2012

imkansızı istemek

başlıktaki cümle, günlerdir meşgul ediyor beni.

"gerçekçi ol, imkansızı iste"
bu haliyle dile getirmiş olanın "imkansız"ıyla benimkiler, bizimkiler, neden artık örtüşmüyor?

neden, ne zaman, hayallerimiz "paha biçilebilir" hale geldi?

nasıl oluyor da, birkaç on yıl öncesine kadar, sahip olunduğunda fazlasıyla karşılanmış olacak ihtiyaçların daha fazlasına neredeyse her birimiz şimdi sahipken, artık yetmiyor?

kendimizden verdiklerimizin, tükettiklerimizin karşılığında aldıklarımız, aldığımızı sandıklarımız, karşılayabiliyor mu gidenlerin yerini, ödediğimiz bedeli?

...

bizim "imkansız"ımız ne?

bautino, kazakistan, 19.05.2012

12.05.2012

hırsızın hiç mi suçu yok kadı bey

ah ragıp abi ah,

nereden alıp nerelere götürdün beni,

sevdiğimizsin, güvendiğimizsin, inandığımız ve takip ettiğimiz, gördüğümüz yerde peşine düştüğümüzsün...

çok güzel de yazmışsın aşağıdaki yazıyı:
"soldan gelip devleti savunmak"
(birdirbir / apoletli medya)

ama, ne bileyim, sanki bir şeyler eksik ya da yanlış ya da farkında değilmişiz, ama olmalıymışız gibi...

ardı ardına sıralanabilecek, belki küfrede ede ele alınabilecek, belki görmezden gelinecek, belki farkında olarak ya da olmayarak içine girilebilecek, içinde yer alınabilecek, belki de farkına vardığımızda, varabildiğimizde vicdan muharebeleri yaşanarak dışına çıkılmaya çalışılacak ya da kalmanın avantajları vicdansızlığımızı baskın çıkaracak ve buna benzer şeylerle başbaşa bırakabilecek çok ama pek çok şey zaten hayatın kendisi değil mi?

bütün bunlar, sadece "sol"da mı, yanımızda, yakınımızda, kendimizde ya da etrafımızdakilerde mi ve sadece politik ilişkilerde, ekonomik ya da bununla bağlantılı sosyal çevrelerde mi yaşanıyor?
sadece bir noktadan, sadece belli bir alandakileri, sadece bu kadarla görmek, görmeye ve anlamaya çalışmak, azaltmaz mı bizi, eksik bırakmaz mı gördüklerimizi, kendimizi?

çünkü onlar, bunları yapanlar, yaşatanlar, "sol" tarafından omuz omuza verdiğin arkadaşların da olabilir, sırt sırta verdiğin dostların da, bütünleştiğin ve dayandığın hayat arkadaşın da, inandığın, güvendiğin, gözü kapalı peşinden gidebildiğin de ve hatta kendin bile...

böyledir çünkü.
bunun böyleliğini söylemek, kabullenmişlik, pes etmişlik, savrulup gitmeyi göze almışlık değildir.
çünkü "insan" var işin içinde, her şeyiyle.
böyle olmuştur, böyle olmaktadır, böyle olmaya devam edecektir...
her şey, herkesin harcı değildir...

o an için, içinde bulunduğu şartlar kendisi için daha iyi, daha olumlu diye, (elbette ki) o durumu sahipleniyor ve bu yüzden sağlam bir duruş gösteriyor diye, "insan" sıfatını "tanrı"laştırmaya kalkmak da, onu her zaman orada o haliyle duracak, o duruşunu her zaman koruyacak sanmak da, çokça zaman yaptığımız büyük hatamız...

"tüccar"lık da var çünkü ruhlarımızda, hesap kitap var...
ve karşındaki kişi için, bütün bunlar, değerler, inançlar, tavırlar ve "sırası geldiğinde sen", her an kar getirmeyen, hatta belki zarara bile yol açan basit birer nesneye dönüşebiliyor...
her şeyin olmasa bile çoğu kısmının "ticaret"ten ibaret olduğu, açıkca kendimize bile itiraf edemesek de, böyleliğini hissetmek içimizi acıtsa da, bu olanları çoğu zaman "satmak" sözcüğüyle ifade edişimizden de belli değil mi?

reklam çağındayız çünkü, önümüze sunulanların büyüsüne kapılıp oradan oraya savrulsak da, kapılmamak için çabalasak, aramıza duvarlar örmeye, görmemeye, etkilenmemeye çalışsak da, her iki haliyle de önümüze dayatılanlara uygun davranıyoruz, en sağlam kalacağımızı düşündüğümüz yerde saf tutarak...

kim bilir, belki hiçbir şey bu kadar karmaşık değildir, oldukça basit, iki değişkenli bir denklemi, aynı anda çok fazla değişkenle hesaplamaya kalktığımız için cevapları bulamıyor, afallayıp duruyoruzdur, niye böyle oldu ki diye...

her akşam kurduğun meze sofrası hayatına güzellik katıyor, tutunmanı sağlıyor ve sana oldukça fazla keyif veriyor ama bir yandan da bir süre sonra o hayatın sınırlarını zorlamaya başlıyor ve sonuna yaklaştırıyorsa, "boşluk oluşmuş, biraz da anlamsızlaşmış olarak devam edecek ama yine de yaşanmaya değer bulduğun bir hayat" mı, "kısa ama daha istediğin gibi sürecek bir hayat ve güzel bir final" mi, tercihini yapmak zorundasın. hangisi yanlış?
buraya kadar, verilecek karar belki zor ama denklem basit.
peki ya diğer etkenler, sevdiklerin, sevenlerin, hayallerin...
biraz daha azalmış, tükenmiş bir halde onlarla kalmaya devam etmek mi, hepsini yok sayıp terk edip kendi yoluna gitmek mi? hangisi yanlış?
peki ya senin bu kararların sonrası, senin için de karşı tarafın vereceği kararlar? kendi tükenişine rağmen onlarla olmayı seçmişsen ama senin bu tükenmişliğin onlara az gelmeye başlayıp da kar zarar hesapları yaparak bırakıp giden taraf olurlarsa? onların da en az senin kadar hakkı yok mu?
ve daha katlanarak eklenecek onlarca, yüzlerce etken...
ve bütün bunlar sırasında, sen, kararlar vermek zorunda kalan, bırakılan, hakkında kararlar alınan, altında ezilen, ruh hali etkilenen, dengede durmaya, yıkıntılar üzerine başka bir şeyler inşa etmeye çalışan, yıktıklarının altında kalan, insan olan "sen"...
yanlış nerede?

hepsi, "sol"dakilerin, az ya da çok kısmının, yeri gelince özal'ın, yeri gelince başkasının peşine takılıp gitmesi şeklinde görülebilecek ve biraz da soslandırıp "zaten asıl kişilikleri de şöyleydi böyleydi..." diyerek yorumlanabilecek kadar kolay mı gerçekten?
tamam, onlar doğru ya da yanlış kararlar aldılar ve böyle davrandılar, ihanet ettiler, hem kendilerine hem geride bıraktıklarına, vicdanlarıyla da belki savaştılar belki umursamadılar, ya da her ne olduysa oldu...

bir de şu yanından bakalım o zaman, sürekli ihanet edilmekle önümüze getirilen o "sol" dünya, bu ihanet eylemini gerçekleştiren insanlara ne verebilmişti, nasıl bir dayanak sağlayabilmişti?
ve gerçekten geride kalanların, kalmakla övünenlerin ve böyle davranıyor olmanın kendisine güç verdiğini hisseden kişilerin bahsettiği o dünya bahsedildiği derece güzel, sağlam ve dayanıklıysa, niye bu derece hızla çatırdadı ve bu çatırtılar, yıkıntılar kalanları rahatsız ediyor?
sorun sadece bırakılıp gidilmekte ve azalmış olmakta mıydı?

kimse kusura bakmasın ama "insan"ı olduğu, olabileceği haliyle değil de, kendisine sadece destek veren ve güç katan basit bir unsur gibi algılamış olan ve algılamaya devam eden hiçbir dünya, böyle davranmaya devam ettiği sürece, var olmasa da olur...
buradan, diğerleri bunu sağlayabiliyormuş da o yüzden ayakta kalıyormuş gibi bir şey söylemeye çalıştığım anlamı çıkmasın.
hatta tam aksine, insanı kendisinden uzaklaştıran, yabancılaştıran ve bunu fark etmesini, algılamasını engelleyen pek çok şeye rağmen, oralarda kendilerine dayanak bulabildikleri bazı şeyler yakalamış olmalılar... diğerinin sağlayamadığı, önemsemediği ve üzerinde durmaya değer görmediği şeyler, belki de...

kalmaya devam edenlerin, etmek isteyenlerin, "bakın kaleyi her şeye rağmen nasıl da savunuyorum, kalenin içi boşalmış, kimse kalmamış ama olsun, sözümden dönmem ben, çekip gidenler gibi değilim..." benzeri sözleri de, ne kendisine, ne oraya ne de karşısındakilere bir şey katmıyor... belki sadece kişisel tatmin sağlıyor... herkesin, kendisi gibi, bu tür şeylerle tatmin olması gerektiğini, olabileceğini düşünüyor belki de...

işin en kötü yanı ise, tavrı bu olan kişiler isterlerse cenneti vaat etsinler, kimseye çekici gelmeyecektir, herkes cehennemde bulduklarıyla yetinmeye devam edecektir... ediyorlar da...

tek kriter şampiyonluk değildir, hangi takımın neden sevileceğidir, "şampiyonluk" da bu etkenlerden birisidir, küme de düşse sevilmesi sağlanabiliyor mu, bunu da sağlayabilmiş olan yok mu, görmek zor değil...

bautino, kazakistan, 12.05.2012

30.08.2010

şafak ne kadar uzakta

galeano, "aynalar" kitabının tanıtım yazısındaki vaadi yerine getirip dünyaya bakışımı biraz daha değiştirdi.

herhangi bir kitap olmayan bu kitap, bildiklerimize yenilerini ekleyip duyduklarımızın da gerçeklik miktarını ortaya koyuyor.

ve senelerdir sorup durduğum, "her şey bu kadar ortadayken, neden hala böyle davranıyoruz, şöyle şöyle yapmıyoruz?" benzeri sorularımın cevabı kafamda daha da netleşiyor.

çok okuyup çok yazmış kır sakallı yahudi amcanın ömrü yetmiş olsaydı söyleyeceği gibi, -ki kendisi belki de terbiyesiz bir söz kullanacaktı, efendiceye ben çevirdim,- "alem bir garip olmuş."

virgül,


bautino, kazakistan, 30.08.2010

21.01.2010

işte buralar


dar bir sokak, taş döşenmiş, bir arabalık var yok.
hepsi ikişer üçer katlı, şirin mi şirin, taş evler, rumlardan kalan...
kiminin küçük kiminin büyükçe bahçeleri, pek çoğunun da terası var...
hayataltı yaşamlar sokağa dökülüyor yaz aylarında, sarmaşıklardan da belli...
çıktın mı evden, sal kendini aşağıya, diyelim on bilemedik onbeş adım sonrası, denizin kenarı...

işte biz, belki bir hafta belki birazcık fazla bir zaman sonra, artık buralarda, üstteki fotoğrafta yaşayacağız...

yaşamak...
gerçek anlamıyla...

belki bir sonraki blog, taş duvarlı evimizde, şöminenin başında yazılacak...

geç zaman geç...

11.01.2010

öncesinde, rakı balık, sonrası, belki, ...

ev bulma arayışlarımız müstakilleşmeye yöneltti bizi.
ölçtük biçtik ve büyük şehirden uzakta da yaşayabileceğimize karar verdik. daha doğrusu, verir gibi olduk.
böylesi kararlar öncesi sağlam içsel hesaplaşmalar yaşanıyor, muş...
ve sanırım bu hesaplaşma sonrası kaybeden, şehir olabilir. henüz sonuç belli değil.
kendi adıma, uzaklaşmış gibiyim pek çok şeyden. uzaklaştırılmış gibi, doğrusu...
istediğin zaman dışarıya çıkabiliyor ve istediğin pek çok şeyi yapabiliyor olsan da, sanki yolunda gitmeyen bir şeyler var...
itiyor gibi kendisinden, gün günden uzaklaştırıyor, sevimsizleştiriyor içimizi...
oysa böyle olmamalıydı...
şu aralar, çoğunlukla, insan kalabalıklarından ve şehirlerden uzakta yaşıyorken, geldiğimiz zamanlarda daha sıcak hissettirmeliydi.
özlemle gelip hayal kırıklıklarıyla dönmek, ...

kim bilir, belki çok daha güzel olur, şehrin imkanlarının peşinden koşmak, uzağındayken...
sinemaya gidebilmek her an mümkünken, "hadi gidelim bari" demektense, sinemaya gitmeyi özlemek, gidebilmek için uğraşmak, daha güzel kılar belki izlenen filmleri...
hayatı güzel, küçük ve sevimli yanlarıyla yaşarken, geri kalanlar için emek harcamak... keyfini çıkartarak...

bunları yazarken bile, kararımı kendi açımdan vermişim zaten de, son sözü söylemeyi bekliyoruz gibi düşündüm şimdi...

evka-4, bornova, türkiye, 10.01.2010

14.11.2009

bornova bornova

baştan söyleyeyim, filmi izlemedim henüz.
üzerine ahkam kesecek kadar yeterli donanıma sahip değilim yani.
ama, bana ait diyebileceğim, kendimi parçası hissettiğim mekanlarda çekilmiş olmasından dolayı, az biraz bir şeyler söyleyebilirim diye düşündüm.
doğduğum diyemesem de, büyüdüğüm, kimliğimi ve kişiliğimi edindiğim yerin, bornova'nın filmi, "bornova bornova"...

ne zaman izmir ve izmirli hakkında konuşsam, benzer şeyleri söyler dururum, "bir de kıçlarını kaldırıp bir şeyler yapmaya başlayabilseler keşke..." diye, kendimi de bu sitemin içine dahil ederek.
gereğinden fazla bir rahatlık, bir umursamazlık var çünkü bu şehirde.
oysa, bir şeyler ortaya koymaya başlasalar, başlayabilseler, neler neler çıkartır bu insanlar, bunun da farkındayım.
olası sebepler için, egelilik mi desek, akdenizlilik mi, yoksa üzerine yapışıp kalmış sıfatlandırmasıyla, gavurluk mu?

çünkü patlamaya, parlamaya hazır insanlar dolaşıp duruyorlar ortalıkta, senelerdir...
tanıştığım, tanıdığım öyle çok kişi var ki, kendi halinde çabalayıp duran, fikirler üreten, hayata geçirmeyi düşünen, ama kimbilir hangi sebeplerle, bundan ileriye gitmeyen...

hep, öyle bir zamanın geleceğini düşündüm durdum.
birileri ilk birkaç adımı atabilse, sanki geri kalanlar koştura koştura peşinden gidecek.
herkes ne varsa elinde avucunda, o güne dek biriktirdiği, koyabilecek ortaya...
ve gelebilecek gerisi, hızla...
kafe ve bar masalarında sözcüklerle tüketilmenin dışına çıkacak hepsi...

bu film işte, bu düşündüklerim konusunda bir umut oluşturdu bende.

güzel şehrimin güzel insanları, sonunda düştüler yola...
sanki gerek kalmayacak artık, bir şeyler yapma konusunda çabalayanların, başka şehirlerden medet ummasına, oralara kaçıp durmasına...

dedim ya, filmi henüz izlemedim.
güzel mi değil mi, bilmiyorum.
beğenir miyim, emin değilim.
ama dert etmiyorum.
tek bildiğim, tarafsız bir gözle izlemeyeceğim...

bahsettiğim bu insanların filmi çünkü bu...
senelerdir içiçe olduğum, aynı mekanları paylaştığım, aynı masalarda oturduğum insanların...
küçükparkın, teras kafenin, ...
bana bir şeyler katmış olanların...
çocukluğumun, ilk gençliğimin, büyümüşlüğümün, yerleşmişliğimin sokaklarının...
bornova'nın...

hazar denizi, kazakistan, 14.11.2009

22.10.2009

havadan sudan (dumanlı tarafından)

kısa zaman aralıklarında uzunca tatiller yapabiliyor olsak ve bu kısmından pek şikayetim olmasa da, her tatil gibi, bu sefer de çabuk bitti.
her zamankinden biraz farklı geçti.
evde oturduk.
evimizde.
keyifli, güzel ve sıcak...
ve sakin...
koşturmacasız...
son iki senemizin, neredeyse bütün tatillerini, bir yerlere giderek, gezerek geçirdik.
sanırım bundan sonra, daha dengeli olacak, gezmeye devam ederek, ama evde yapılabileceklerin de keyfini çıkartarak...

zaten memleket sınırları içerisinde dolaşmak işkence gibi bir hale dönüşmüş, bizim için...
ağız tadıyla bir kafe ya da bara gidemiyoruz, köşe kapmaca oynarcasına, "şuranın bahçesi var, buranın önünde oturabiliriz, orda yer bulabiliriz belki," sigara keyfimizin peşinden koşturup duruyoruz...
en iyisi, gidelim eve, açalım müziğimizi, filmimizi, kapımızı penceremizi, fosur fosur takılalım...

çok söz var söylenecek, söylenebilecek bu konuda, ama gelmiyor içimden artık...
hele ki, gitmeyi çok istediğimiz bir konsere bile, kapalı alanda yapılıyor diye gitmemişken, sırf bu yüzden vazgeçmişken...

ne diyeyim, her şey insanlar için zaten, bizi düşündüklerinden, cidden, izleyin haberleri, bakın etrafınıza, göreceksiniz...

evka-4, bornova, türkiye, 22.10.2009