12.05.2012

hırsızın hiç mi suçu yok kadı bey

ah ragıp abi ah,

nereden alıp nerelere götürdün beni,

sevdiğimizsin, güvendiğimizsin, inandığımız ve takip ettiğimiz, gördüğümüz yerde peşine düştüğümüzsün...

çok güzel de yazmışsın aşağıdaki yazıyı:
"soldan gelip devleti savunmak"
(birdirbir / apoletli medya)

ama, ne bileyim, sanki bir şeyler eksik ya da yanlış ya da farkında değilmişiz, ama olmalıymışız gibi...

ardı ardına sıralanabilecek, belki küfrede ede ele alınabilecek, belki görmezden gelinecek, belki farkında olarak ya da olmayarak içine girilebilecek, içinde yer alınabilecek, belki de farkına vardığımızda, varabildiğimizde vicdan muharebeleri yaşanarak dışına çıkılmaya çalışılacak ya da kalmanın avantajları vicdansızlığımızı baskın çıkaracak ve buna benzer şeylerle başbaşa bırakabilecek çok ama pek çok şey zaten hayatın kendisi değil mi?

bütün bunlar, sadece "sol"da mı, yanımızda, yakınımızda, kendimizde ya da etrafımızdakilerde mi ve sadece politik ilişkilerde, ekonomik ya da bununla bağlantılı sosyal çevrelerde mi yaşanıyor?
sadece bir noktadan, sadece belli bir alandakileri, sadece bu kadarla görmek, görmeye ve anlamaya çalışmak, azaltmaz mı bizi, eksik bırakmaz mı gördüklerimizi, kendimizi?

çünkü onlar, bunları yapanlar, yaşatanlar, "sol" tarafından omuz omuza verdiğin arkadaşların da olabilir, sırt sırta verdiğin dostların da, bütünleştiğin ve dayandığın hayat arkadaşın da, inandığın, güvendiğin, gözü kapalı peşinden gidebildiğin de ve hatta kendin bile...

böyledir çünkü.
bunun böyleliğini söylemek, kabullenmişlik, pes etmişlik, savrulup gitmeyi göze almışlık değildir.
çünkü "insan" var işin içinde, her şeyiyle.
böyle olmuştur, böyle olmaktadır, böyle olmaya devam edecektir...
her şey, herkesin harcı değildir...

o an için, içinde bulunduğu şartlar kendisi için daha iyi, daha olumlu diye, (elbette ki) o durumu sahipleniyor ve bu yüzden sağlam bir duruş gösteriyor diye, "insan" sıfatını "tanrı"laştırmaya kalkmak da, onu her zaman orada o haliyle duracak, o duruşunu her zaman koruyacak sanmak da, çokça zaman yaptığımız büyük hatamız...

"tüccar"lık da var çünkü ruhlarımızda, hesap kitap var...
ve karşındaki kişi için, bütün bunlar, değerler, inançlar, tavırlar ve "sırası geldiğinde sen", her an kar getirmeyen, hatta belki zarara bile yol açan basit birer nesneye dönüşebiliyor...
her şeyin olmasa bile çoğu kısmının "ticaret"ten ibaret olduğu, açıkca kendimize bile itiraf edemesek de, böyleliğini hissetmek içimizi acıtsa da, bu olanları çoğu zaman "satmak" sözcüğüyle ifade edişimizden de belli değil mi?

reklam çağındayız çünkü, önümüze sunulanların büyüsüne kapılıp oradan oraya savrulsak da, kapılmamak için çabalasak, aramıza duvarlar örmeye, görmemeye, etkilenmemeye çalışsak da, her iki haliyle de önümüze dayatılanlara uygun davranıyoruz, en sağlam kalacağımızı düşündüğümüz yerde saf tutarak...

kim bilir, belki hiçbir şey bu kadar karmaşık değildir, oldukça basit, iki değişkenli bir denklemi, aynı anda çok fazla değişkenle hesaplamaya kalktığımız için cevapları bulamıyor, afallayıp duruyoruzdur, niye böyle oldu ki diye...

her akşam kurduğun meze sofrası hayatına güzellik katıyor, tutunmanı sağlıyor ve sana oldukça fazla keyif veriyor ama bir yandan da bir süre sonra o hayatın sınırlarını zorlamaya başlıyor ve sonuna yaklaştırıyorsa, "boşluk oluşmuş, biraz da anlamsızlaşmış olarak devam edecek ama yine de yaşanmaya değer bulduğun bir hayat" mı, "kısa ama daha istediğin gibi sürecek bir hayat ve güzel bir final" mi, tercihini yapmak zorundasın. hangisi yanlış?
buraya kadar, verilecek karar belki zor ama denklem basit.
peki ya diğer etkenler, sevdiklerin, sevenlerin, hayallerin...
biraz daha azalmış, tükenmiş bir halde onlarla kalmaya devam etmek mi, hepsini yok sayıp terk edip kendi yoluna gitmek mi? hangisi yanlış?
peki ya senin bu kararların sonrası, senin için de karşı tarafın vereceği kararlar? kendi tükenişine rağmen onlarla olmayı seçmişsen ama senin bu tükenmişliğin onlara az gelmeye başlayıp da kar zarar hesapları yaparak bırakıp giden taraf olurlarsa? onların da en az senin kadar hakkı yok mu?
ve daha katlanarak eklenecek onlarca, yüzlerce etken...
ve bütün bunlar sırasında, sen, kararlar vermek zorunda kalan, bırakılan, hakkında kararlar alınan, altında ezilen, ruh hali etkilenen, dengede durmaya, yıkıntılar üzerine başka bir şeyler inşa etmeye çalışan, yıktıklarının altında kalan, insan olan "sen"...
yanlış nerede?

hepsi, "sol"dakilerin, az ya da çok kısmının, yeri gelince özal'ın, yeri gelince başkasının peşine takılıp gitmesi şeklinde görülebilecek ve biraz da soslandırıp "zaten asıl kişilikleri de şöyleydi böyleydi..." diyerek yorumlanabilecek kadar kolay mı gerçekten?
tamam, onlar doğru ya da yanlış kararlar aldılar ve böyle davrandılar, ihanet ettiler, hem kendilerine hem geride bıraktıklarına, vicdanlarıyla da belki savaştılar belki umursamadılar, ya da her ne olduysa oldu...

bir de şu yanından bakalım o zaman, sürekli ihanet edilmekle önümüze getirilen o "sol" dünya, bu ihanet eylemini gerçekleştiren insanlara ne verebilmişti, nasıl bir dayanak sağlayabilmişti?
ve gerçekten geride kalanların, kalmakla övünenlerin ve böyle davranıyor olmanın kendisine güç verdiğini hisseden kişilerin bahsettiği o dünya bahsedildiği derece güzel, sağlam ve dayanıklıysa, niye bu derece hızla çatırdadı ve bu çatırtılar, yıkıntılar kalanları rahatsız ediyor?
sorun sadece bırakılıp gidilmekte ve azalmış olmakta mıydı?

kimse kusura bakmasın ama "insan"ı olduğu, olabileceği haliyle değil de, kendisine sadece destek veren ve güç katan basit bir unsur gibi algılamış olan ve algılamaya devam eden hiçbir dünya, böyle davranmaya devam ettiği sürece, var olmasa da olur...
buradan, diğerleri bunu sağlayabiliyormuş da o yüzden ayakta kalıyormuş gibi bir şey söylemeye çalıştığım anlamı çıkmasın.
hatta tam aksine, insanı kendisinden uzaklaştıran, yabancılaştıran ve bunu fark etmesini, algılamasını engelleyen pek çok şeye rağmen, oralarda kendilerine dayanak bulabildikleri bazı şeyler yakalamış olmalılar... diğerinin sağlayamadığı, önemsemediği ve üzerinde durmaya değer görmediği şeyler, belki de...

kalmaya devam edenlerin, etmek isteyenlerin, "bakın kaleyi her şeye rağmen nasıl da savunuyorum, kalenin içi boşalmış, kimse kalmamış ama olsun, sözümden dönmem ben, çekip gidenler gibi değilim..." benzeri sözleri de, ne kendisine, ne oraya ne de karşısındakilere bir şey katmıyor... belki sadece kişisel tatmin sağlıyor... herkesin, kendisi gibi, bu tür şeylerle tatmin olması gerektiğini, olabileceğini düşünüyor belki de...

işin en kötü yanı ise, tavrı bu olan kişiler isterlerse cenneti vaat etsinler, kimseye çekici gelmeyecektir, herkes cehennemde bulduklarıyla yetinmeye devam edecektir... ediyorlar da...

tek kriter şampiyonluk değildir, hangi takımın neden sevileceğidir, "şampiyonluk" da bu etkenlerden birisidir, küme de düşse sevilmesi sağlanabiliyor mu, bunu da sağlayabilmiş olan yok mu, görmek zor değil...

bautino, kazakistan, 12.05.2012

2 yorum:

  1. Tam senlik bir yazı daha:P Gözümüz yollarda kalmştı

    YanıtlaSil
  2. bu kadar gerçekçi olmana ne gerek varki insafsız adam

    m.f.y.

    YanıtlaSil